HAYATI ANLAMANIN EN İYİ YOLU KİTAP OKUMAKTIR İNSAN OKUR! Tayfun Kurt (1956-2008) |
||
hakkında yazılanlar
|
TAYFUN KURT ÖLDÜ, O BİR KOMÜNİSTTİÖmer Lekesiz
Zafer Yalçınpınar’ın e-postasıyla öğrendim Tayfun Kurt’un öldüğünü; Behçet Çelik’in teyidiyle de ikna oldum. İstanbul’a taşındığım günlerde tanımıştım onu. Kadıköy’deki serseri gezmelerimden birinde İmge Kitabevi’nden, Bahariye’deki İletişim Kitabevi’ne ara sokaklardan çıkmayı denerken tabelasına ilgi duyarak girdigim Çınardibi Sahaf’ta, elimi kitap raflarına doğru uzattığımda gür bir ses tarafından uyarıldım: “şu yanındaki yazıyı bir oku be kardeşim.” Başımı onun işaret ettiği yöne döndürdüğümde, kitaplara dokunulmamasını, istenilen kitabın ilgiliye bildirilmesini buyuran sözcükleri okudum bir levhadan. Sahafları sıkça ziyaret eden biri olarak o gür sesin uyarısıyla, kartondaki buyruklar karşısında adeta aptallaşıp kaldım. Ne itiraz edebildim, ne de bir kitap isteyebildim; gür sesin sahibi kızgın bakışlarıyla beni süzerken gerisin geri çıktım Çınardibi Sahaf’tan. Çıktım ama, vurgun yemiş gibiydim; bu vurgunun etkisine alıştıktan sonra içim içimi yemeye başladı. Bu nasıl bir işti, bu adam kimdi, istenilen kitabı bulma imkanı neydi… ki müşterilerini adeta kendisi seçiyor, kitabı görme, beğenme ve alma şartlarını yine kendisi belirliyordu. Yazarlık bir yana iyi bir okur olarak maruz kaldığım bu durumu içime sindiremedim; fazla değil kovuluşumdan bir gün sonra iki bin öykü kitabını içeren bir listeyle Çınardibi Sahaf’taydım. Yarım asma katın altında, sağ köşede oturuyordu o gür sesli adam; doğrudan ona yöneldim ve listeyi adeta çarparcasına, önünde yığılı kitapların üstüne koydum. Ters ters baktı; yine kızgındı, gergindi ama benim davranışım karşısında meraklanmıştı da. Hafifçe tebessüm ederek “Nedir bu?” diye sordu. İntikam anı gelmişti işte. “Bu” dedim “Öykü kitapları listesi. Önceki gün beni buradan kovdun ya; ben de sana söyleyemediğim bir kitabın yerine iki bin kitaplık bu listeyle geldim.” Hafif tebessümü büyüyerek yayıldı yüzüne. “Enis Batur’u da kovdum ben; alınganlığa gerek yok; raf boyutlarına göre kitap arayanlardan bıktım, gerçek kitap kurtlarını bu yöntemle seçiyorum; sen bir kitap kurdu olmalısın ki geldin işte; hoşgeldin.” dedi. O kadar samimi bir tonla söyledi ki bu sözleri, gerilimim de kızgınlığım da yatışıverdi. Adımı söyleyince, beni tanıdığını belirtti ve muhabbet faslımız da başlamış oldu. Uzun yıllar Üsküdar’da sahaflık yaptıktan sonra kendi mülküne taşındığını, yetişkin kızının kendisini yalnız bırakmamaya çalıştığını, Galatasaray’lı ve TKP’li bir Komünist olduğunu, sahaflık mesleğinin gittikçe bozulduğunu, kârın efemeracılığa kaydığını ama kendisinin eski kitaplarla uğraşmaktan vazgeçmediğini… anlattı. *** Bir hafta sonra Çınardibi Sahaf’a tekrar uğradığımda yedi yüzü aşkın öykü kitabı beni bekliyordu. Belli ki rafların altını üstüne getirmekten yorgun düşmüştü ama beni onca kitabla buluşturmaktan keyif duyduğu da her halinden belliydi. *** Tayfun Kurt’la kitap alışverişimiz giderek talebi aşıp, teklife dönüşmüştü. Cuma namazlarını müteakip ona uğruyor ve benim için ayırdığı kitapları alıyordum. Uğrayamadığım haftalarda beni telefonla arayıp, “Elime bir kitap düştü; geri zekalının biri isteyip duruyor ama vermiyorum; o kitabı senin alman lazım, uğrayıver.” diyordu. Tayfun Kurt’la muhabbetimiz ve kitap alışverişimiz giderek kitaplarla beslenen iyi bir dostluğa dönüştü. O benim için hangi kitabı ayıracağını biliyordu, ben de hangi kitabı ondan temin edeceğimi iyi tahmin ediyordum artık. Aramızda tek bir çatışma konusu kalmıştı: Siyaset! O bir Komünist’ti, bense bir Müslüman. İktidardaki AKP çoğu icraatlarıyla onu kızdırıyor; benim yanımda onları eleştirirken sövgülerini azaltmakla birlikte, “seninkiler” vurgusundan vazgeçmiyordu. Birgün açık açık konuşmak zorunda kaldım: Benim partilerle, patırtılarla bir işim olmadığını, particiliği “hırsızların ortaklığı” saydığımı, sağcılıktan nefret ettiğimi, dinimi çok sevdiğimi ve istismarına yeltenenlerin düşmanı olduğumu belirterek, edebiyat ilgimin kanatları çok geniş bir ilgi olmasına rağmen Müslüman kimliğinin de benim için büyük bir değer ifade ettiğini, Müslüman bir edebiyatçı olarak anılmayı onur saydığımı söyledim. Tayfun Kurt, bu konuşmamızdan sonra bana daha fazla güvenmeye başladı ve giderek sol, sağ için çoğunluğuna benim de katıldığım dengeli bir eleştiride karar kıldı. Çok şey biliyor ve çok iyi düşünüyordu; artık inancının ahlakını taşımayanlara, vurgunculura, sola yaltaklanarak edebiyat uğraşlarını solcu dergilerde yürütmeye çalışan sağcı hödüklere, devrimcilikten büyük reklamcılığa, medyacılığa geçiş yaparak yeni iktidarın nimetlerinden beslenmek için ihale kuyruklarına takılan oportünistlere birlikte sövüyorduk. “Sol ahlak” diye bir kavramın varlığını ve gerçek karşılığını ben Tayfun Kurt’tan öğrendim. Yoksulluktan, sömürüden, yalandan, talandan, toplumsal değişmeden, kimliksizlikten, yabancılaşmaktan, ırkçılıktan, savaşlardan söz ederken adeta gözleri doluyor; insan sevgisinin katıksız ve samimi bir temsilcisine dönüşüyordu. Aramızdaki ayrım, değişmeyen ve değişmeyecek olan inançlarımızla, tuttuğumuz futbol takımlarından ibaret kalmıştı; o hasta bir Galatasaraylı, bense yarı gönüllü bir Beşiktaşlıydım. Ama bu ayrımın ikincisinden de güzel bir ortaklık oluşturmuştuk: Fenerbahçe düşmanlığı! *** Bir gün rengi uçuk ve keyifsiz bir halde buldum Tayfun Kurt’u. Galatasaraylıların geleneksel bir etkinliğinden dönerken yolda kalp krizi geçirmişti. O hafta içinde anjiyo olacağını ve büyük bir ihtimalle kendisini ameliyatın beklediğini söylüyordu. Öyle de oldu. Hastane günlerinde sıkça aradım onu; neşeli olmaya, hayata bağlanmaya çalışıyordu ama Tayfun eski Tayfun değildi artık. Dükkanına döndüğünde ondaki değişme daha bir görünür olmuştu. “Sigara içilmez” levhasını, ta dükkanın giriş kapısına asmakla kalmamış; benimle de didişmeye başlamıştı. “Gebereceksin oğlum, içme diyorum şu zıkkımı; ulan baksana şu halime” deyip, bacaklarındaki ameliyat izlerini gösteriyordu. İzleyen günlerde çabuk yorulmaya başlamış, sinirleri daha da gerilmişti. “Düştüğüm durumun en acı noktası nedir biliyor musun? Ulan hayatta minnet etmediklerine minnet etmeye başlıyorsun. Birilerinden bir bardak su istiyorsun, peçeteyi uzat diyorsun ya bu beni kahrediyor.” Böyleydi Tayfun Kurt. Kimseye yük olmadan yaşamak onun sol ahlakının bir gereğiydi. Namusuyla, kimseye minnet etmeden ama elinin uzandığı herkese yardım ederek yaşamak… Tayfun Kurt buydu! Dükkanının da yer aldığı binayı satıp Bodrum’a yerleşmek istiyordu. Son uğramalarımda, “Eli kulağında şu satış işinin, gideceğim ulan buralardan” derken sanki ölümden kaçma çabasını gizlemeye çalışıyordu. En son uğradığımda Çınardibi Sahaf'ın tabelası sökülmüş, camları gazete kağıdıyla kapatılmıştı. Belli ki binayı satmış ve yönünü Bodrum’a dönmüştü Tayfun. Bir daha aramadık birbirimizi. Kırılmış mıydım? Belki! Kitap ilgisini terk edenler benim yüreğimde ince bir kırgınlık izi bırakırlar çünkü. Tayfun Kurt, bunu bildiğinden beni aramadı sanki; belki de evet belki de ona kitaplı günlerini hatırlatacak aşina bir sesten kaçıyordu. Tayfun Kurt öldü! Ne diyebilirim ki, Necatigil’in şu dizesini tekrarlamaktan öte: “Bıkmışım ölümlerden, ölmeyin benden önce!”
|