HAYATI ANLAMANIN

EN İYİ YOLU KİTAP OKUMAKTIR

İNSAN OKUR!

Tayfun Kurt (1956-2008)

 

sahaf name

bir röportaj

fotoğraf albümü

hakkında yazılanlar

Ali Haydar Haksal

Aptullah Tirali

Engin Berk

Fatih Sultan Kar

Haluk Çağlayaner

M. Şeref Özsoy

Murat Pabuç

Mengüç Okan

Nuri Kurtcebe

Oral Onur

Ömer Asan

Ömer Lekesiz

Tolga Gürocak

Zafer Yalçınpınar

Bize Ulaşın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sahaflardan bir Tayfun geçti

 

Ali Haydar Haksal

 

Yıllar bir nehir gibi geçip gidiyor. Burada “nehir” imgesini bilinçle kullanıyoruz. Hayatın dalgalı akıntısında yol alan bizler, hangi kıvrımlarında ve durgunluklarındayız bunu önceden kestiremiyoruz. Kendimize baktığımızda, nerelerden geçtiğimizi görürüz, ama nerelerden geçeceğimizi bilemeyiz. Kitap dünyasına girişim ve bu nehirden çıkamayışımız da hayatımızın bir yönü. Hatta kaderi. Bu yolculukta ne dostlar edindik, ne kıskançlıklar, heyecanlar, sevinç ve üzüntüler yaşadık. Kimi zaman bunların arasında, beklenmedik en sıkı ve hasbi dostulklar yakalamak da nasip oldu. Sahaflar dünyasından elimizi ayağımızı çektiğimizden beri bitmeyen dostlukların kalıcı olanlarına da tanıkız. Hüzünler, vahlanmalar da bu hayatın bir gerçeği. Kimi ilişiklerin de sadece o an için var olduklarını da bildik. Sahaf piyasasından elimizi eteğimizi çektikten sonra kimi sahaf dostlarımız da sağlık, ekonomik koşullar ve daha başka nedenlerden ötürü çekildiler. Ve tabii en ağır olanı da ölümler. Sami Önal ve gencecik yaşta Tayfun Kurt.

 

Her oluşun bir sonu ve kaderi var.

 

Kadıköy, sahafların en canlı, en hareketli bir dönemini yaşadı. Peş peşe açılan sahaflar, en olmadık isimlerin kısa zamanda belirişleri, kiminin tutunması, kiminin ise çok çabuk yitmesi doğası gereği idi. Ticarî hayatın dengeleri de birçok sonucu değiştiriyor.

 

Kadıköy Akmar Pasajı bir ara Sahaflar çarşısıydı, kitapseverlerin ilgi alanıydı. Burada birçok yeni isim giderek kökleşti. Epey bir deneyim kazandı. Ferda Amca’dan önce sahaflık yapan bir iki kişi var Kadıköy’de. O, sahaflık yapan bir dostunun yanına oturmaya gidip orada soluklanırken, birden kendini o işyerinin sahibi olarak görür. Merhum Sami Önal’ı askeri giysileriyle oraya kitap almaya geldiğini görüyordum. Askeri giysileri içinde kitaba düşkünlüğünden ötürü ona saygı ve sevgi duyardım. Bir süre sonra o da sahaf dükkânı açtı. Mehmet Ergün, Sakallı Lütfü, Sahaf Ahmet bir sonraki kuşaktırlar. Bunların yanında yetişen, birlikte olan kimi arkadaşları da sahaflar piyasasına girdiler. Mehmet Ergün’ün yanında Halûk, Ahmet’in yanında Tayfun, şair Celâl ve daha niceleri ise bir başka kuşağı oluşturdular. Buna bir kuşak daha eklendi: Bahtiyar, Lütfü, Asuman gibi. Bunların kimi hâlâ sahaf olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Bir kısmı bıraktı, bir kısmı rahmeti Rahman’a kavuştu. Akmar Pasajı İngilizce ağırlıklı ders kitapları çarşısı oldu sonradan.

 

Tayfun Kurt ile ilk tanışmamız ve bu süreçteki dostluğumuz çok farklı oldu, sahaflık geleneğinden tezgâhtan yetişip gelen biri değildi. Sahaf Ahmet ile birlikte sahaflığa başladığında biraz da el yordamıyla ve hızlıca kavramak durumundaydı. Zeki biriydi, bunu çok kısa zamanda başardı. Tayfun ile dostluk kurmanın zorluğunu ben yaşamadım. Onunla dilbağı kurmak zordu. Karadenizli, sert mizaçlı, ani tepki veren biri. Nedendir bilmem onunla dostluğun hasbiliğini, güzelliğini ender yaşayanlardanım. Bunu hiçbir zaman ticarî bir düzlemde düşünemem, o da öyle idi. Kadıköy’den Üsküdar’a gitti. Babadan kalma mülkleri vardı, çok iyi bir piyasa oluşturdu orada. Bu da bir ilkti Üsküdar için. Orada çok kitap topladı. Dükkânları istimlâk olununca tekrar Kadıköy’e döndü. Sahaf piyasasından çekilmemiz, onun da bir süre sonra bu işi bırakması dostluğumuzu tavsatmadı. Kimileri bu dostluğun sürekliliğine şaşırabilir. Benim açımdan şaşılacak bir yanı yok. Tayfun Kurt zor bir insandı, zor ama dost bir insan. Hele sevdiği, dost edindiği birini hiç bırakmazdı.

 

Onunla ilk tanışmamız nasıl oldu, neler yaşandı? Aradan geçen bu kadar zaman sonra belleğimi zorluyorum, nelere tanık olduk, bendeki ilk izleği nedir diye. Yedi İklim dergisinde “Kitap İnsan İlişkileri” konulu, kitapseverleri, bibliyofilleri, tutkunları, hayırhahları yazdık. Bunları yazarken de Tayfun kimi yazılarımızda yerini aldı. Çünkü onunla bir hayli birlikteliklerimiz, heyecanlarımız, paylaşımlarımız oldu. Kimi heyecanları paylaşmak için özellikle çağırırdı.

 

Tayfun Kurt hakkında böyle bir porte yazısı yazacağım aklımın ucundan geçmezdi. Bunu hak etmediği için değil, geçmişteki kimi yazılarımda yeri geldiğince onu da anlatmıştım. O da okumuş mutlu olmuştu. Yazılarımdaki yaklaşımlarım onu bana daha yakınlaştırmıştı. Bir kahkaha atışı vardı ki, ona özgü ve onu tanımlayan.

 

Kaderin bilinmez cilveleri vardır. Bu da onlardan biri. Bu yazıyı yazarken ister istemez hüzünlüyüm. Bir Tayfun dostunun Adapazarı’ndan arayarak ısrarla benden yazı istemesini önce yadırgamıştım. Nedenini de o zaman anlayamamıştım. Bir armağan kitabı çıkaracağını söylemiş, ben de, çok yoğun olmama rağmen, “hayır!” diyememiş, yarım ağızla “evet” demiştim. Bu arada, birkaç kez cep telefonundan Tayfun’u aramıştım, telefonu kapalıydı. Tayfun’un dostu, epey bir zaman sonra, beni tekrar aradığında, bir on gün sonra için söz verdim. Her arayışında biraz daha süre istiyorum, bir türlü bu yazıyı tamamlayamıyorum. Kendisine: “Tayfun’u arıyorum, telefonu kapalı, ulaşamıyorum” demiştim. O: “Size söylemiştim, Tayfun vefat etti” deyince üzerime kaynar sular boca oldu. İçim bir tuhaf oldu. Birkaç gün, bu yazıyı belleğimde yoğunlaştırarak yazmaya yeltenmem bile zaman aldı.

 

Bu haberden sonra geçmişi geriye doğru sardığımda, onunla oluşan dostluğumuzun, sevgi, saygı, içtenlik ve hasbiliğinin nasıl olduğu önemli. Siyasal yönelimlerimiz, bakışımız ve hatta tuttuğumuz takımlar bile ayrı. Ondan, yazılarımda ilk bahsedişim [Yedi İklim, ikinci dönem, nr. 5, s. 56. Ağustos 1992. Sahaf Ahmet’]. Tayfun, Sahaf Ahmet’in yanında işe başladı. Ahmet sahaflık yapıyor, bir yandan piyes ve senaryo üzerine çalışıyor, çalışmalarını kendine saklıyor. Bir ara evlendi, evine taşındı. Senaryolarını bir yerlere gönderiyor, ama bir de bakıyor ki onun senaryolarından yola çıkılarak bir yerlerde ya dizi yapılıyor, ya da film. Bunu görünce göndermemeye başladı. O küçücük mekân kitaplarla dolmaya başladı. Ahmet kendisini senaryo türü çalışmalara, biraz da rahat bir hayata vermek için, sanırım Tayfun’u yanına aldı. Tayfun sahaflık geleneğinden gelmediği halde çok kısa zamanda intibak etti. Zeki biri. Kitap dünyasını ve kültürünü çok çabuk kaptı. Hızla kitapların dünyasına girdi. Girdikçe, kavradı, kavradıkça da sertleşti. Karadenizli olmanın getirdiği o sert mizaçtan hiç kopmadı. Onun bu ilk intibak dönemlerindeki gözlemlerim, ona ilişkin düşüncelerim beni yanıltmadı. Çoğu kimse onun bu sert ve katı mizacından kaçtı, kimi küçümsedi, kimi uzaklaştı. Oysa aramızda bir sevgi, bir arkadaşlık ve dostluk oluştu. Ben onu arayamasam, o arar, hatır sorar. İşte o ilk zamanlara ilişkin bir anım: “Tayfun bir gün bizi çağırdı, gittik. Bu tarihten sonra sevgili Tayfun Kurt ile sıkı bir dostluğumuz oluyor. Oysa o, herkesle kolay kolay anlaşamayan bir mizaca sahip. Kitaba aşırı değer veriyor. Kitapla ilgilenenlerin de titiz olmasını istiyor. Kendisinin önemsenmesini istiyor. Biri dükkâna girmişse, rafları karıştırmak ve düzeni bozmak yerine kendisine sorulmasını istiyor. Bu kurallarında keskindir. Öyle ulu orta kitapların karıştırılmasına fırsat vermez. İlkeleri var, o ilkelerinin bozulmasını istemiyor. Gittiğimizde kerli ferli, havalı bir hanım dükkânda oturuyor, bizi bekliyor. Birçok şey de getirmiş. Bir satıcı olarak orada, oturup pazarlık yaparken, duvardaki bir tekne resmine gözüne takıldı. “Bu tekne bana tanıdık geliyor” dedi. Sordu, sordu iz sürdü, sonunda Tayfun’un ailesiyle bir tanışıklıkları ve aile dostluklarının olduğu anlaşıldı. Babası denizciydi, tekneleri vardı. O anda işin rengi değişti, Tayfun kitaplarla ilgili tavrını değiştirmek zorunda kaldı. Karşısında bir aile dostunun olması, onu bu anlamda zorda bıraktı. Bayanın istediği fiyat oldukça yüksek. Dünyanın parasını istedi, Tayfun bu parayla kitapları alsa, satamayacak, elinde kalacak bunu biliyor. Bunun için bizim kitapla ilgilendiğimizi, kütüphanemize alacağımızı düşünerek bizi çağırmış. Kitap piyasasında müzayedeleri ölçü alındığından kendisi kenara çekilerek bizi bayanla baş başa bırakmak istedi. O istiyor ki iş görülsün, kitaplar ele yabana gitmesin, bizim topraklarda kalsın. Televizyonlar müzayedeleri haber konusu yapıyor, gazeteler de yazıyor. İster istemez satıcının gözü açılıyor. Bir yandan bilinçsiz ve bilgisiz bir bilgi edinme. Ellerinin altına ne buluyorsa alıp sahaflara koşuyorlar. Medreselerin ders kitaplarını –sahaflık dilinde bunlara alet kitapları denir- çantalara tıkıştırıp getiriyorlar. Ellerinin altındakilerin hazine değerinde olduğunu sanıyorlar. Biraz da kuşkuyla alıcıların gözlerini içine bakıyorlar. Bu değerli eserleri ucuza kaptırmayayım diye. Bu hanımefendi, kitaplarla birlikte dükkân dükkân dolaşıyor, bir türlü elindekileri satamıyordu. Bazı alıcılar uyanıktır, bakıyor ki bu değerli nesneyi ondan koparamayacak, bunun üzerine, onun kulağına kar suyu kaçırıyor. O nesnenin satılmasını zorlaştırıyor. Bunlardan birisi muziplik olsun, ya da kadını çıkmaza sürüklemek için, bu kitaplar çok değerlidir, sakın öyle ucuza kaptırmayınız demiş ya, o da buna inanmış. Tayfun’un söylediğine göre, bu aile şimdi miras yiyerek geçiniyormuş. Zamanında zengin bir aileymiş, her geçen gün servetleri biraz daha eriyormuş. Bankalardan faizle kredi almışlar, ipin ucu bir kere kaçmış bir türlü önü alınamıyormuş. Servetlerinin çoğu da tükenmiş. Şimdi de evde ne var ne yok son kırıntıları götürüp satarak açıklarını kapatmaya çabalıyorlar. Sandıklarda, raflarda duvarlarda ne varsa alıp çarşıya koşuyorlar. Bu yüzden evlerindeki çok kıymetli antik eşyanın çoğunu elden çıkarmışlar. Şimdi sıra kitaplara, hatlara ve tablolara gelmiş.

 

Elinde neyin nesi olduğu belli olmayan bir kutu var. Bayan da ne olduğunu bilmiyor bunun. Âdeta açmaya korkuyor. Bir masa saati büyüklüğünde. Tayfun evirdi, çevirdi, altından girdi, üstünden çıktı, kutuya zarar vermeden birbirinden ayırdı, parçalara böldü. Parçaları birbirine uladı, sonunda İsviçre malı minik bir gramofon ortaya çıkıverdi. Bu gramofona Tayfun dört milyon değer [şimdinin dört bin Türk Lirası] biçti. Vitrine, kitapların arasında, bir salıncağa oturttu. Gramofon vitrin için hem bir süs, hem değerli ve ilginç bir nesne oldu. Evde bu eser tekrar gündeme geliyor, konuşuluyor, tartışılıyor, sonunda dört milyona satmaktan vazgeçiliyor, on beş milyonluk bir değer biçiliyor kendilerince. Tayfun, buna kimse dört milyon vermez, kim on beş milyon verecek” diye yakınıyor. “Gelip gramofonlarını alıp gitsin, kendileri satsınlar. Kendilerine yardımcı olalım dedik, onlar bizi ne sanıyorlar Allah aşkına.” Öfkesinden burnundan soluyor. Tayfun ile bu ve benzeri bir çok alayın tanığıyım. Özellikle Osmanlıca eserler geldiğinde telefon eder, giderim birlikte tasnif ederiz. Onlardan önemli olan ve gücüm yetenlerin önceliği bana aittir. Bana verdiği fiyat ile başkalarına verdiği fiyat da ayrıdır.

 

Gene bir çağrıda bulundu, atladım gittim. Birlikte yaşadığımız, bunu Yedi İklim’de yazdığım bir yazıda da aktarmıştım. “Öteden beri kitap alıcılarının bir kısmı, kendilerini sınırlayarak, bu tutkudan mahrum olmak ve kitaptan uzaklaşmak istemiyorlar. Bir bakıma kitapla olan köprüleri atmaya yanaşamıyorlar. Bunlardan biri de Zekeriya Bey. Emekli asker, yaşı epey ilerlemiş durumda. Bu kitap dostu alanını daraltarak, macera ve çocuk yayınlarıyla sınırlamak zorunda kalmış. Üstelik bir bakıma çocukluğunu da yeniden soluyarak yaşamayı sürdürüyor. Eve alamadığı kitapları için bahçesinde bir müştemilat yapar, aldıklarını götürüp oraya yerleştirir, zaman zaman okuma ihtiyacını orada giderir. Aman Allah’ım ne trajik bir durumdur bu! Kümes gibi bir yerde kitapla yaşamaya razı olmak... Yaşı epey ilerlediğinden, hanımının bastırmasıyla artık bunları satmanın zamanının geldiğine kendisini inandırır. Belli bir yaştan sonra ya kitabı ya karıyı kapıya koyma zamanı kendiliğinden gelir. Kadının güçlü olduğu bir zamandır bu. Öyle ahım şahım bir geliri de yoktur, üstüne üstlük güçten de kesilmiştir. Bunlar gözden düşmenin nedenleridir. Hanımının dediğinin yapmak zorunda. Rahmetli bir aile büyüğümüz anlatırdı. Kayınpederim, kayınvalidem öldükten bir süre sonra evlenmeye kalkıştı. Kendisini ayıpladık, bu yaştan sonra evlenmesini yadırgadık. Beni yanına çağırdı “Ben kadın istemiyorum, sırtımı keseleyecek, bana arkadaş olacak birini istiyorum”. Yaşlandığında bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anladığını belirtti. “Bir damın altında insan yalnız başına yaşayamaz” demişti. Şimdi anlıyorum.” Güngörmüş geçirmiş insanların elbette bir bildiği vardır, yadırgamamak gerekir. Sevgili dostumuzu bu gözle değerlendirmek yerinde olur düşüncesindeyiz.

 

Bir tür zorlamayla bu kitapların artık satılması gerektiğine inanıldığı için, sahaflar yoklanır. Kimse Zekeriya Amca’nın kitaplarını satacağına inanmaz. Çünkü kapısına giden çok kimse eli boş dönmüş. Bir kitap tutkununun elleriyle kitaplarını satmaya kalkışması, inanılır gibi değildir. O, artık ciddidir ve kitaplarının hüzünlenerek de olsa satacağına kendini inandırmıştır. Götürdüğü sevgili satıcı dostlarının, kitaplarına biçtiği fiyatı öğrenince çıldırmaması elde değil. Satıldığında allandırılan pullandırılan bu nesnelerin şimdi onların gözünde bir değeri yok. Nasılsa satmaya mahkûmdur, diye düşünülür. Sevgili sahafımız Tayfun Kurt’a, kitaplarını satmak istediğini söyleyince, ciddiye almaz ve inanmaz. Çünkü onun kitaplarını asla satmayacağına, satamayacağına adı gibi inananlardandır. Neyse, Zekeriya Beyi kırmama adına, onunla birlikte yola koyulur, kitaplara bakar, pazarlık eder, vereceği rakamı söyler. Zekeriya Bey kesinlikle pazarlığa mahal bırakmaz. Nuh der peygamber demez inadındadır. Dostumuzun üzerinde Türk lirası yeterince yoktur. Bu enflasyonda Türk lirası bulundurmak akıl kârı değildir. Üstelik raflardaki kitapların da artık S’nin kıvrımlarının üzerinden yukarıdan aşağıya yatay, birbirine paralel iki çizgi geçmektedir. Abede kitap dünyasında ağırlığını ve egemen gücünü hissettirmektedir. Ticaret döviz kurları üzerinde gerçekleşmektedir. O anda ise üzerinde döviz bulunmaktadır. O ise ille de Türk lirası ve eksiksiz bir tamam istemektedir. Yana yakıla dostlarına ulaşır, eksiğini tamamlayarak, son bir kez daha kendisine telefon açar, “parayı tamamladım, geliyorum” diye, her ihtimale karşı teyidini yeniden alır ve yola koyulur. Ne olur ne olmaz, bakarsınız vazgeçmiştir. “Gel denilince” bir solukta sevgili alıcımız kapısına dayanır, parasını eksiksiz eline tutuşturur. Bu olayın bir kısmına aynıyla biz de tanığız.

 

Kitaplar dükkâna yığıldıktan, bir tasnife tâbi tutulduktan sonra, kendisine yardımcı olmak, Osmanlıca olan bu nesnelerin hüviyetlerini belirlemek için bin bir çaba harcıyoruz. On âdete yakın takım çocuk dergisi var. Tek tek sayılarını sıralamasını yapıyoruz. Takım olduğu bilinenlerin bir kısmı eksik çıkıyor. Neyse kitap tozu ve yaz sıcağı altında bunalan bizler, işin tam sonuna varmış iken sevgili kitapseverimiz kapıdan içeri doğru süzülüyor, başımızı kaldırıp bir de bakıyoruz ki yanı başımızda bitmiştir. Eli ayağı titremiş, içini bir burukluk sarmış. “Kendim için ayırdıklarımdan bir kısmını yanlışlıkla kitapların arasına karıştırmışım. Her ne ise, onları ben bir tarayayım, geri alayım” deyince Tayfun’un yüzünde beliren gülümseme ile işin ciddiyeti anlaşılır. Tayfun bilinen gülüşünü patlatır. “İşte şimdi elime düştün” der. Otuz beş dedin de bir kuruş aşağı inmedin.” Zekeriya Bey’in bunları duyacak durumu yok. Yavrularını yitirmiş birinin, onlarla yeniden buluşmasındaki an gibi, kitaplarının üzerine sevgiyle eğilişini bir görseniz. Elleri titredi, hüzünle baktı onlara. Bu iki dostun arasında kalmamak için hemen oradan sıvıştık. Alacağımız bir kaç parça nesneyi de bırakmak durumunda kaldık.

 

Sattıklarının bir kısmını yeniden alır. Onları kucağının altına sıkıştırır. Unuttuk, alınan bu nesnelerin arasında yetmiş seksen kadar da taş plak bulunmaktadır. Bu plaklardan bir kısmını alarak keyifle evinin yolunu tutar. İşin hazin bir öyküsü daha var. Kitaptan aldığı paralara hanımı el koyar. Yedide birini kendisine harçlık olarak verir. Verilen harçlık, geri aldığı kitaplarına yetmez. Borçlanarak evine döner. Çok az miktarıyla bir hafta boyunca yetinmek zorundadır.

 

Yukarıda bir cuma vakti sonrasının öyküsünü anlattığımız Akmar’ın cehennemi sıcaklığını bir düşünün. Dostlarımızın ikramını geri çevirmek de olmaz. İçtiklerimiz anında dışarı taşar. Bu atmosferde yeniden kendisiyle karşılaştık. Yukarıda Akmar’ı tanımlamamızın gerekçesi de budur. Arkadaşlar kendisini saygıyla karşıladılar. Kitaplarını sattığından söz etmedi. Bir kitap alıcısı gibi içeri girdi. Kitap sordu, ortalığı karıştırdı. İzmir’e tatile gittiğini bilen arkadaşlar, ne zaman döndüğünü sordular, bir hafta oluyormuş.

 

“Nereye gittim bilir misiniz?”

 

“Nereye gittiniz Zekeriya Amca?” Gittiği yeri hatırlayamadı. Gittiği yer İzmir’den öte bir yer olmalı. Bahtiyar dostumuzun, kısık ve kibar karşılıklarını, sorularını güçlükle duyuyor.

 

“Girit’e mi gittin?”

 

“Ne Girit’i?”

 

“Nereye peki?”

 

Dikkatle ikisini izliyoruz. Yaz sıcağında bitkin bir halde elini iç cebine soktu. Defterini çıkardı, titreyen parmaklarıyla sayfaları çevirdi, sonunda gittiği yeri buldu. Side imiş. Orada tanıdıkları varmış. Plakalarını ve pikabını beraber götürmüş. Yakınlarına eski plakları dinletmiş. Oldukça mutlu. “Plakları kırmadınız değil mi?” “Kırar mıyım hiç. Hepsini sağlam getirdim.” Yukarıda sözü edilen, satılan ve geri alınan bu plaklardır. Elde ne var ne yok hepsini satınca, üzüldüğünü gören hanımı, “plaklarını niye sattın? Git onları geri al, dinlersin” deyince soluğu Tayfun’un orada almış.

 

Asıl, hayatının en trajik öyküsünü bilmeyen yok. Kitap dostluğunun verdiği yakınlıkla tanıştığı hemen herkese anlattığı kendisinin bir öyküsü vardır. Başından geçmiş olan kara sevdasını anlatır. “Vaktinde bir kara sevda geçirdim diye” başlar. Hatta o kadar ilerler ki bir dostumuz, dayanmaz, “Eğer eşek hikâyesini açmayacaksan anlat”. Çar naçar, içine büzülür öyküsüyle birlikte.

 

Tayfun kitaplarını aldıktan sonra hemen her gün dükkâna gelmeye başlar. Aslında ziyaret ettiği Tayfun değildir, elleriyle sattığı sevgili kitaplarıdır. Bizde anlatılan bir keser öyküsü vardır. Usta özendiği, gözü gibi koruduğu büyük keserini yitirir ya da çaldırır. Kocaman kavak kütükler onunla biçimlenir. Öylesine özenir ki keserine, bileyleye bileyleye jilet gibi keskin hâle getirmiştir. Kolunun tüylerini yolacak kadardır keskinliği vardır. Ekmeğini onunla çıkarır. Yitirme olayına çok üzülür üzülmesine de onun üzüldüğü başka bir durum vardır. Çevresine, keserini yitirmesini nasıl anlatsa, nasıl söylese diye düşünür. “Keserimi yitirdiğime yanmam, keseri yanlış bileyler onu köreltirler, ona yanarım” dermiş. Bizim sevgili Zekeriya Amca’nın bahanesi kitaplarıdır, gerisi umurunda değildir. Hanımını bir miktar memnun ve mutlu ettiğine mi sevinsin, kitaplarını elden çıkardığına mı yansın. Yeniden kitapçılarda görünmesi boşuna olmasa gerek. Durmaksızın koltuğunun altında, gömleğinin içinde ufak ufak erişebildiklerini evine taşıyacaktır besbelli.

 

Konu kitap olunca, bu piyasanın pirlerinden olan Ferda Bey’i anmamak olmaz. Onun da Zekeriya Bey ile ilgili anıları vardır. Dükkânın kapısından girer girmez, “yeni bir şey var mıdır?” diye sorar. Ferda Bey çok konuşmayı seven biri değildir. Daha çok mimikleriyle meramını anlatmaya çalışır. Kaşlarını kaldırır, dudaklarını büzer yok diye anlatır. Zekeriya Bey dinler mi, “şuraları bir karıştırayım” demekten kendini alamaz. Kitap tozu içinde bir şeyler bulma çabasındadır.

 

Zekeriya Bey emekli olmadan önce, çalıştığı kurumun matbaa ve basım işleriyle ilgili bölümdedir. Satıcı dostlarımız onu ilgilendirecek bir nesne ellerine geçtiğinde, telefonla ulaşırlar. O ise, bir kez duymuştur ya, durur mu hiç, yollanır. İşi güç umurunda değildir.

 

Bitmeyen bir öyküdür bu. Gün gelip vakit tamam olduğunda gözlerinde kitap yankısı belirir Azrailden önce. Allah geçinden versin, belki teslim olduğu an bile “kitap” diye sayıklayacaktır. [Yedi İklim, nr. 69, s. 35, Aralık 1995]

 

Tayfun sahaflığı bıraktıktan sonra da görüştük, telefonlaştık. Ağır bir ameliyat geçirmişti. Hiçbir zaman da hastalıktan ötürü moralini bozmadı. Dükkândaki kitapları topluca devrettikten sonra da boş dükkânda oturduk. Bom boş duvarlara baktım. Elinde sadece dergilerin kaldığını, onları da topluca vereceğinden söz etti.

 

Kimi zaman birine bir bilgi, bir dergi, bir kaynak gerektiğinde çekinmeden benim telefonlarımı verdi. Gönderdi. Onlara gereken yardımda bulundum. Kitapla ilgili aramızda hiçbir zaman bir pazarlık olmadı. Birbirimizden hiçbir rahatsızlık duymadık. Gani gönüllüydü, öğrenmeye istekliydi. Kitabı kısa zamanda kavradı.

 

Bir ara dergilerin içeriklerini bilgi olarak bilgisayara yükledi. Bir konuyla ilgili bir şey sorulsa bakar, anında cevap verirdi. Dükkânında bulunan bütün kitapları bilgisayara yüklüydü.

 

Sözünü esirgemezdi. Kim olursa olsun yüzüne karşı söylerdi.