sahaf name
bir röportaj
fotoğraf albümü
hakkında
yazılanlar
Ali
Haydar Haksal
Aptullah Tirali
Engin Berk
Fatih Sultan Kar
Haluk Çağlayaner
M. Şeref Özsoy
Murat Pabuç
Mengüç Okan
Nuri Kurtcebe
Oral Onur
Ömer Asan
Ömer Lekesiz
Tolga Gürocak
Zafer Yalçınpınar
Bize Ulaşın
|
Sahaflardan bir Tayfun geçti
Ali Haydar Haksal
Yıllar bir nehir gibi geçip gidiyor.
Burada “nehir” imgesini bilinçle kullanıyoruz. Hayatın dalgalı akıntısında
yol alan bizler, hangi kıvrımlarında ve durgunluklarındayız bunu önceden
kestiremiyoruz. Kendimize baktığımızda, nerelerden geçtiğimizi görürüz, ama
nerelerden geçeceğimizi bilemeyiz. Kitap dünyasına girişim ve bu nehirden
çıkamayışımız da hayatımızın bir yönü. Hatta kaderi. Bu yolculukta ne
dostlar edindik, ne kıskançlıklar, heyecanlar, sevinç ve üzüntüler yaşadık.
Kimi zaman bunların arasında, beklenmedik en sıkı ve hasbi dostulklar
yakalamak da nasip oldu. Sahaflar dünyasından elimizi ayağımızı
çektiğimizden beri bitmeyen dostlukların kalıcı olanlarına da tanıkız.
Hüzünler, vahlanmalar da bu hayatın bir gerçeği. Kimi ilişiklerin de sadece
o an için var olduklarını da bildik. Sahaf piyasasından elimizi eteğimizi
çektikten sonra kimi sahaf dostlarımız da sağlık, ekonomik koşullar ve daha
başka nedenlerden ötürü çekildiler. Ve tabii en ağır olanı da ölümler. Sami
Önal ve gencecik yaşta Tayfun Kurt.
Her oluşun bir sonu ve kaderi var.
Kadıköy, sahafların en canlı, en
hareketli bir dönemini yaşadı. Peş peşe açılan sahaflar, en olmadık
isimlerin kısa zamanda belirişleri, kiminin tutunması, kiminin ise çok çabuk
yitmesi doğası gereği idi. Ticarî hayatın dengeleri de birçok sonucu
değiştiriyor.
Kadıköy Akmar Pasajı bir ara Sahaflar
çarşısıydı, kitapseverlerin ilgi alanıydı. Burada birçok yeni isim giderek
kökleşti. Epey bir deneyim kazandı. Ferda Amca’dan önce sahaflık yapan bir
iki kişi var Kadıköy’de. O, sahaflık yapan bir dostunun yanına oturmaya
gidip orada soluklanırken, birden kendini o işyerinin sahibi olarak görür.
Merhum Sami Önal’ı askeri giysileriyle oraya kitap almaya geldiğini
görüyordum. Askeri giysileri içinde kitaba düşkünlüğünden ötürü ona saygı ve
sevgi duyardım. Bir süre sonra o da sahaf dükkânı açtı. Mehmet Ergün,
Sakallı Lütfü, Sahaf Ahmet bir sonraki kuşaktırlar. Bunların yanında
yetişen, birlikte olan kimi arkadaşları da sahaflar piyasasına girdiler.
Mehmet Ergün’ün yanında Halûk, Ahmet’in yanında Tayfun, şair Celâl ve daha
niceleri ise bir başka kuşağı oluşturdular. Buna bir kuşak daha eklendi:
Bahtiyar, Lütfü, Asuman gibi. Bunların kimi hâlâ sahaf olarak faaliyetlerini
sürdürüyor. Bir kısmı bıraktı, bir kısmı rahmeti Rahman’a kavuştu. Akmar
Pasajı İngilizce ağırlıklı ders kitapları çarşısı oldu sonradan.
Tayfun Kurt ile ilk tanışmamız ve bu
süreçteki dostluğumuz çok farklı oldu, sahaflık geleneğinden tezgâhtan
yetişip gelen biri değildi. Sahaf Ahmet ile birlikte sahaflığa başladığında
biraz da el yordamıyla ve hızlıca kavramak durumundaydı. Zeki biriydi, bunu
çok kısa zamanda başardı. Tayfun ile dostluk kurmanın zorluğunu ben
yaşamadım. Onunla dilbağı kurmak zordu. Karadenizli, sert mizaçlı, ani tepki
veren biri. Nedendir bilmem onunla dostluğun hasbiliğini, güzelliğini ender
yaşayanlardanım. Bunu hiçbir zaman ticarî bir düzlemde düşünemem, o da öyle
idi. Kadıköy’den Üsküdar’a gitti. Babadan kalma mülkleri vardı, çok iyi bir
piyasa oluşturdu orada. Bu da bir ilkti Üsküdar için. Orada çok kitap
topladı. Dükkânları istimlâk olununca tekrar Kadıköy’e döndü. Sahaf
piyasasından çekilmemiz, onun da bir süre sonra bu işi bırakması
dostluğumuzu tavsatmadı. Kimileri bu dostluğun sürekliliğine şaşırabilir.
Benim açımdan şaşılacak bir yanı yok. Tayfun Kurt zor bir insandı, zor ama
dost bir insan. Hele sevdiği, dost edindiği birini hiç bırakmazdı.
Onunla ilk tanışmamız nasıl oldu, neler
yaşandı? Aradan geçen bu kadar zaman sonra belleğimi zorluyorum, nelere
tanık olduk, bendeki ilk izleği nedir diye. Yedi İklim dergisinde
“Kitap İnsan İlişkileri” konulu, kitapseverleri, bibliyofilleri, tutkunları,
hayırhahları yazdık. Bunları yazarken de Tayfun kimi yazılarımızda yerini
aldı. Çünkü onunla bir hayli birlikteliklerimiz, heyecanlarımız,
paylaşımlarımız oldu. Kimi heyecanları paylaşmak için özellikle çağırırdı.
Tayfun Kurt hakkında böyle bir porte
yazısı yazacağım aklımın ucundan geçmezdi. Bunu hak etmediği için değil,
geçmişteki kimi yazılarımda yeri geldiğince onu da anlatmıştım. O da okumuş
mutlu olmuştu. Yazılarımdaki yaklaşımlarım onu bana daha yakınlaştırmıştı.
Bir kahkaha atışı vardı ki, ona özgü ve onu tanımlayan.
Kaderin bilinmez cilveleri vardır. Bu da
onlardan biri. Bu yazıyı yazarken ister istemez hüzünlüyüm. Bir Tayfun
dostunun Adapazarı’ndan arayarak ısrarla benden yazı istemesini önce
yadırgamıştım. Nedenini de o zaman anlayamamıştım. Bir armağan kitabı
çıkaracağını söylemiş, ben de, çok yoğun olmama rağmen, “hayır!” diyememiş,
yarım ağızla “evet” demiştim. Bu arada, birkaç kez cep telefonundan Tayfun’u
aramıştım, telefonu kapalıydı. Tayfun’un dostu, epey bir zaman sonra, beni
tekrar aradığında, bir on gün sonra için söz verdim. Her arayışında biraz
daha süre istiyorum, bir türlü bu yazıyı tamamlayamıyorum. Kendisine:
“Tayfun’u arıyorum, telefonu kapalı, ulaşamıyorum” demiştim. O: “Size
söylemiştim, Tayfun vefat etti” deyince üzerime kaynar sular boca oldu. İçim
bir tuhaf oldu. Birkaç gün, bu yazıyı belleğimde yoğunlaştırarak yazmaya
yeltenmem bile zaman aldı.
Bu haberden sonra geçmişi geriye doğru
sardığımda, onunla oluşan dostluğumuzun, sevgi, saygı, içtenlik ve
hasbiliğinin nasıl olduğu önemli. Siyasal yönelimlerimiz, bakışımız ve hatta
tuttuğumuz takımlar bile ayrı. Ondan, yazılarımda ilk bahsedişim [Yedi
İklim, ikinci dönem, nr. 5, s. 56. Ağustos 1992. Sahaf Ahmet’]. Tayfun,
Sahaf Ahmet’in yanında işe başladı. Ahmet sahaflık yapıyor, bir yandan piyes
ve senaryo üzerine çalışıyor, çalışmalarını kendine saklıyor. Bir ara
evlendi, evine taşındı. Senaryolarını bir yerlere gönderiyor, ama bir de
bakıyor ki onun senaryolarından yola çıkılarak bir yerlerde ya dizi
yapılıyor, ya da film. Bunu görünce göndermemeye başladı. O küçücük mekân
kitaplarla dolmaya başladı. Ahmet kendisini senaryo türü çalışmalara, biraz
da rahat bir hayata vermek için, sanırım Tayfun’u yanına aldı. Tayfun
sahaflık geleneğinden gelmediği halde çok kısa zamanda intibak etti. Zeki
biri. Kitap dünyasını ve kültürünü çok çabuk kaptı. Hızla kitapların
dünyasına girdi. Girdikçe, kavradı, kavradıkça da sertleşti. Karadenizli
olmanın getirdiği o sert mizaçtan hiç kopmadı. Onun bu ilk intibak
dönemlerindeki gözlemlerim, ona ilişkin düşüncelerim beni yanıltmadı. Çoğu
kimse onun bu sert ve katı mizacından kaçtı, kimi küçümsedi, kimi uzaklaştı.
Oysa aramızda bir sevgi, bir arkadaşlık ve dostluk oluştu. Ben onu
arayamasam, o arar, hatır sorar. İşte o ilk zamanlara ilişkin bir anım:
“Tayfun bir gün bizi çağırdı, gittik. Bu tarihten sonra sevgili Tayfun Kurt
ile sıkı bir dostluğumuz oluyor. Oysa o, herkesle kolay kolay anlaşamayan
bir mizaca sahip. Kitaba aşırı değer veriyor. Kitapla ilgilenenlerin de
titiz olmasını istiyor. Kendisinin önemsenmesini istiyor. Biri dükkâna
girmişse, rafları karıştırmak ve düzeni bozmak yerine kendisine sorulmasını
istiyor. Bu kurallarında keskindir. Öyle ulu orta kitapların
karıştırılmasına fırsat vermez. İlkeleri var, o ilkelerinin bozulmasını
istemiyor. Gittiğimizde kerli ferli, havalı bir hanım dükkânda oturuyor,
bizi bekliyor. Birçok şey de getirmiş. Bir satıcı olarak orada, oturup
pazarlık yaparken, duvardaki bir tekne resmine gözüne takıldı. “Bu tekne
bana tanıdık geliyor” dedi. Sordu, sordu iz sürdü, sonunda Tayfun’un
ailesiyle bir tanışıklıkları ve aile dostluklarının olduğu anlaşıldı. Babası
denizciydi, tekneleri vardı. O anda işin rengi değişti, Tayfun kitaplarla
ilgili tavrını değiştirmek zorunda kaldı. Karşısında bir aile dostunun
olması, onu bu anlamda zorda bıraktı. Bayanın istediği fiyat oldukça yüksek.
Dünyanın parasını istedi, Tayfun bu parayla kitapları alsa, satamayacak,
elinde kalacak bunu biliyor. Bunun için bizim kitapla ilgilendiğimizi,
kütüphanemize alacağımızı düşünerek bizi çağırmış. Kitap piyasasında
müzayedeleri ölçü alındığından kendisi kenara çekilerek bizi bayanla baş
başa bırakmak istedi. O istiyor ki iş görülsün, kitaplar ele yabana
gitmesin, bizim topraklarda kalsın. Televizyonlar müzayedeleri haber konusu
yapıyor, gazeteler de yazıyor. İster istemez satıcının gözü açılıyor. Bir
yandan bilinçsiz ve bilgisiz bir bilgi edinme. Ellerinin altına ne buluyorsa
alıp sahaflara koşuyorlar. Medreselerin ders kitaplarını –sahaflık dilinde
bunlara alet kitapları denir- çantalara tıkıştırıp getiriyorlar. Ellerinin
altındakilerin hazine değerinde olduğunu sanıyorlar. Biraz da kuşkuyla
alıcıların gözlerini içine bakıyorlar. Bu değerli eserleri ucuza
kaptırmayayım diye. Bu hanımefendi, kitaplarla birlikte dükkân dükkân
dolaşıyor, bir türlü elindekileri satamıyordu. Bazı alıcılar uyanıktır,
bakıyor ki bu değerli nesneyi ondan koparamayacak, bunun üzerine, onun
kulağına kar suyu kaçırıyor. O nesnenin satılmasını zorlaştırıyor. Bunlardan
birisi muziplik olsun, ya da kadını çıkmaza sürüklemek için, bu kitaplar çok
değerlidir, sakın öyle ucuza kaptırmayınız demiş ya, o da buna inanmış.
Tayfun’un söylediğine göre, bu aile şimdi miras yiyerek geçiniyormuş.
Zamanında zengin bir aileymiş, her geçen gün servetleri biraz daha
eriyormuş. Bankalardan faizle kredi almışlar, ipin ucu bir kere kaçmış bir
türlü önü alınamıyormuş. Servetlerinin çoğu da tükenmiş. Şimdi de evde ne
var ne yok son kırıntıları götürüp satarak açıklarını kapatmaya
çabalıyorlar. Sandıklarda, raflarda duvarlarda ne varsa alıp çarşıya
koşuyorlar. Bu yüzden evlerindeki çok kıymetli antik eşyanın çoğunu elden
çıkarmışlar. Şimdi sıra kitaplara, hatlara ve tablolara gelmiş.
Elinde neyin nesi olduğu belli olmayan
bir kutu var. Bayan da ne olduğunu bilmiyor bunun. Âdeta açmaya korkuyor.
Bir masa saati büyüklüğünde. Tayfun evirdi, çevirdi, altından girdi,
üstünden çıktı, kutuya zarar vermeden birbirinden ayırdı, parçalara böldü.
Parçaları birbirine uladı, sonunda İsviçre malı minik bir gramofon ortaya
çıkıverdi. Bu gramofona Tayfun dört milyon değer [şimdinin dört bin Türk
Lirası] biçti. Vitrine, kitapların arasında, bir salıncağa oturttu. Gramofon
vitrin için hem bir süs, hem değerli ve ilginç bir nesne oldu. Evde bu eser
tekrar gündeme geliyor, konuşuluyor, tartışılıyor, sonunda dört milyona
satmaktan vazgeçiliyor, on beş milyonluk bir değer biçiliyor kendilerince.
Tayfun, buna kimse dört milyon vermez, kim on beş milyon verecek” diye
yakınıyor. “Gelip gramofonlarını alıp gitsin, kendileri satsınlar.
Kendilerine yardımcı olalım dedik, onlar bizi ne sanıyorlar Allah aşkına.”
Öfkesinden burnundan soluyor. Tayfun ile bu ve benzeri bir çok alayın
tanığıyım. Özellikle Osmanlıca eserler geldiğinde telefon eder, giderim
birlikte tasnif ederiz. Onlardan önemli olan ve gücüm yetenlerin önceliği
bana aittir. Bana verdiği fiyat ile başkalarına verdiği fiyat da ayrıdır.
Gene bir çağrıda bulundu, atladım gittim.
Birlikte yaşadığımız, bunu Yedi İklim’de yazdığım bir yazıda da aktarmıştım.
“Öteden beri kitap alıcılarının bir kısmı, kendilerini sınırlayarak, bu
tutkudan mahrum olmak ve kitaptan uzaklaşmak istemiyorlar. Bir bakıma
kitapla olan köprüleri atmaya yanaşamıyorlar. Bunlardan biri de Zekeriya
Bey. Emekli asker, yaşı epey ilerlemiş durumda. Bu kitap dostu alanını
daraltarak, macera ve çocuk yayınlarıyla sınırlamak zorunda kalmış. Üstelik
bir bakıma çocukluğunu da yeniden soluyarak yaşamayı sürdürüyor. Eve
alamadığı kitapları için bahçesinde bir müştemilat yapar, aldıklarını
götürüp oraya yerleştirir, zaman zaman okuma ihtiyacını orada giderir. Aman
Allah’ım ne trajik bir durumdur bu! Kümes gibi bir yerde kitapla yaşamaya
razı olmak... Yaşı epey ilerlediğinden, hanımının bastırmasıyla artık
bunları satmanın zamanının geldiğine kendisini inandırır. Belli bir yaştan
sonra ya kitabı ya karıyı kapıya koyma zamanı kendiliğinden gelir. Kadının
güçlü olduğu bir zamandır bu. Öyle ahım şahım bir geliri de yoktur, üstüne
üstlük güçten de kesilmiştir. Bunlar gözden düşmenin nedenleridir. Hanımının
dediğinin yapmak zorunda. Rahmetli bir aile büyüğümüz anlatırdı.
Kayınpederim, kayınvalidem öldükten bir süre sonra evlenmeye kalkıştı.
Kendisini ayıpladık, bu yaştan sonra evlenmesini yadırgadık. Beni yanına
çağırdı “Ben kadın istemiyorum, sırtımı keseleyecek, bana arkadaş olacak
birini istiyorum”. Yaşlandığında bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi
anladığını belirtti. “Bir damın altında insan yalnız başına yaşayamaz”
demişti. Şimdi anlıyorum.” Güngörmüş geçirmiş insanların elbette bir bildiği
vardır, yadırgamamak gerekir. Sevgili dostumuzu bu gözle değerlendirmek
yerinde olur düşüncesindeyiz.
Bir tür zorlamayla bu kitapların artık
satılması gerektiğine inanıldığı için, sahaflar yoklanır. Kimse Zekeriya
Amca’nın kitaplarını satacağına inanmaz. Çünkü kapısına giden çok kimse eli
boş dönmüş. Bir kitap tutkununun elleriyle kitaplarını satmaya kalkışması,
inanılır gibi değildir. O, artık ciddidir ve kitaplarının hüzünlenerek de
olsa satacağına kendini inandırmıştır. Götürdüğü sevgili satıcı dostlarının,
kitaplarına biçtiği fiyatı öğrenince çıldırmaması elde değil. Satıldığında
allandırılan pullandırılan bu nesnelerin şimdi onların gözünde bir değeri
yok. Nasılsa satmaya mahkûmdur, diye düşünülür. Sevgili sahafımız Tayfun
Kurt’a, kitaplarını satmak istediğini söyleyince, ciddiye almaz ve inanmaz.
Çünkü onun kitaplarını asla satmayacağına, satamayacağına adı gibi
inananlardandır. Neyse, Zekeriya Beyi kırmama adına, onunla birlikte yola
koyulur, kitaplara bakar, pazarlık eder, vereceği rakamı söyler. Zekeriya
Bey kesinlikle pazarlığa mahal bırakmaz. Nuh der peygamber demez
inadındadır. Dostumuzun üzerinde Türk lirası yeterince yoktur. Bu
enflasyonda Türk lirası bulundurmak akıl kârı değildir. Üstelik raflardaki
kitapların da artık S’nin kıvrımlarının üzerinden yukarıdan aşağıya yatay,
birbirine paralel iki çizgi geçmektedir. Abede kitap dünyasında ağırlığını
ve egemen gücünü hissettirmektedir. Ticaret döviz kurları üzerinde
gerçekleşmektedir. O anda ise üzerinde döviz bulunmaktadır. O ise ille de
Türk lirası ve eksiksiz bir tamam istemektedir. Yana yakıla dostlarına
ulaşır, eksiğini tamamlayarak, son bir kez daha kendisine telefon açar,
“parayı tamamladım, geliyorum” diye, her ihtimale karşı teyidini yeniden
alır ve yola koyulur. Ne olur ne olmaz, bakarsınız vazgeçmiştir. “Gel
denilince” bir solukta sevgili alıcımız kapısına dayanır, parasını eksiksiz
eline tutuşturur. Bu olayın bir kısmına aynıyla biz de tanığız.
Kitaplar dükkâna yığıldıktan, bir tasnife
tâbi tutulduktan sonra, kendisine yardımcı olmak, Osmanlıca olan bu
nesnelerin hüviyetlerini belirlemek için bin bir çaba harcıyoruz. On âdete
yakın takım çocuk dergisi var. Tek tek sayılarını sıralamasını yapıyoruz.
Takım olduğu bilinenlerin bir kısmı eksik çıkıyor. Neyse kitap tozu ve yaz
sıcağı altında bunalan bizler, işin tam sonuna varmış iken sevgili
kitapseverimiz kapıdan içeri doğru süzülüyor, başımızı kaldırıp bir de
bakıyoruz ki yanı başımızda bitmiştir. Eli ayağı titremiş, içini bir
burukluk sarmış. “Kendim için ayırdıklarımdan bir kısmını yanlışlıkla
kitapların arasına karıştırmışım. Her ne ise, onları ben bir tarayayım, geri
alayım” deyince Tayfun’un yüzünde beliren gülümseme ile işin ciddiyeti
anlaşılır. Tayfun bilinen gülüşünü patlatır. “İşte şimdi elime düştün” der.
Otuz beş dedin de bir kuruş aşağı inmedin.” Zekeriya Bey’in bunları duyacak
durumu yok. Yavrularını yitirmiş birinin, onlarla yeniden buluşmasındaki an
gibi, kitaplarının üzerine sevgiyle eğilişini bir görseniz. Elleri titredi,
hüzünle baktı onlara. Bu iki dostun arasında kalmamak için hemen oradan
sıvıştık. Alacağımız bir kaç parça nesneyi de bırakmak durumunda kaldık.
Sattıklarının bir kısmını yeniden alır.
Onları kucağının altına sıkıştırır. Unuttuk, alınan bu nesnelerin arasında
yetmiş seksen kadar da taş plak bulunmaktadır. Bu plaklardan bir kısmını
alarak keyifle evinin yolunu tutar. İşin hazin bir öyküsü daha var. Kitaptan
aldığı paralara hanımı el koyar. Yedide birini kendisine harçlık olarak
verir. Verilen harçlık, geri aldığı kitaplarına yetmez. Borçlanarak evine
döner. Çok az miktarıyla bir hafta boyunca yetinmek zorundadır.
Yukarıda bir cuma vakti sonrasının
öyküsünü anlattığımız Akmar’ın cehennemi sıcaklığını bir düşünün.
Dostlarımızın ikramını geri çevirmek de olmaz. İçtiklerimiz anında dışarı
taşar. Bu atmosferde yeniden kendisiyle karşılaştık. Yukarıda Akmar’ı
tanımlamamızın gerekçesi de budur. Arkadaşlar kendisini saygıyla
karşıladılar. Kitaplarını sattığından söz etmedi. Bir kitap alıcısı gibi
içeri girdi. Kitap sordu, ortalığı karıştırdı. İzmir’e tatile gittiğini
bilen arkadaşlar, ne zaman döndüğünü sordular, bir hafta oluyormuş.
“Nereye gittim bilir misiniz?”
“Nereye gittiniz Zekeriya Amca?” Gittiği
yeri hatırlayamadı. Gittiği yer İzmir’den öte bir yer olmalı. Bahtiyar
dostumuzun, kısık ve kibar karşılıklarını, sorularını güçlükle duyuyor.
“Girit’e mi gittin?”
“Ne Girit’i?”
“Nereye peki?”
Dikkatle ikisini izliyoruz. Yaz sıcağında
bitkin bir halde elini iç cebine soktu. Defterini çıkardı, titreyen
parmaklarıyla sayfaları çevirdi, sonunda gittiği yeri buldu. Side imiş.
Orada tanıdıkları varmış. Plakalarını ve pikabını beraber götürmüş.
Yakınlarına eski plakları dinletmiş. Oldukça mutlu. “Plakları kırmadınız
değil mi?” “Kırar mıyım hiç. Hepsini sağlam getirdim.” Yukarıda sözü edilen,
satılan ve geri alınan bu plaklardır. Elde ne var ne yok hepsini satınca,
üzüldüğünü gören hanımı, “plaklarını niye sattın? Git onları geri al,
dinlersin” deyince soluğu Tayfun’un orada almış.
Asıl, hayatının en trajik öyküsünü
bilmeyen yok. Kitap dostluğunun verdiği yakınlıkla tanıştığı hemen herkese
anlattığı kendisinin bir öyküsü vardır. Başından geçmiş olan kara sevdasını
anlatır. “Vaktinde bir kara sevda geçirdim diye” başlar. Hatta o kadar
ilerler ki bir dostumuz, dayanmaz, “Eğer eşek hikâyesini açmayacaksan
anlat”. Çar naçar, içine büzülür öyküsüyle birlikte.
Tayfun kitaplarını aldıktan sonra hemen
her gün dükkâna gelmeye başlar. Aslında ziyaret ettiği Tayfun değildir,
elleriyle sattığı sevgili kitaplarıdır. Bizde anlatılan bir keser öyküsü
vardır. Usta özendiği, gözü gibi koruduğu büyük keserini yitirir ya da
çaldırır. Kocaman kavak kütükler onunla biçimlenir. Öylesine özenir ki
keserine, bileyleye bileyleye jilet gibi keskin hâle getirmiştir. Kolunun
tüylerini yolacak kadardır keskinliği vardır. Ekmeğini onunla çıkarır.
Yitirme olayına çok üzülür üzülmesine de onun üzüldüğü başka bir durum
vardır. Çevresine, keserini yitirmesini nasıl anlatsa, nasıl söylese diye
düşünür. “Keserimi yitirdiğime yanmam, keseri yanlış bileyler onu
köreltirler, ona yanarım” dermiş. Bizim sevgili Zekeriya Amca’nın bahanesi
kitaplarıdır, gerisi umurunda değildir. Hanımını bir miktar memnun ve mutlu
ettiğine mi sevinsin, kitaplarını elden çıkardığına mı yansın. Yeniden
kitapçılarda görünmesi boşuna olmasa gerek. Durmaksızın koltuğunun altında,
gömleğinin içinde ufak ufak erişebildiklerini evine taşıyacaktır besbelli.
Konu kitap olunca, bu piyasanın
pirlerinden olan Ferda Bey’i anmamak olmaz. Onun da Zekeriya Bey ile ilgili
anıları vardır. Dükkânın kapısından girer girmez, “yeni bir şey var mıdır?”
diye sorar. Ferda Bey çok konuşmayı seven biri değildir. Daha çok
mimikleriyle meramını anlatmaya çalışır. Kaşlarını kaldırır, dudaklarını
büzer yok diye anlatır. Zekeriya Bey dinler mi, “şuraları bir karıştırayım”
demekten kendini alamaz. Kitap tozu içinde bir şeyler bulma çabasındadır.
Zekeriya Bey emekli olmadan önce,
çalıştığı kurumun matbaa ve basım işleriyle ilgili bölümdedir. Satıcı
dostlarımız onu ilgilendirecek bir nesne ellerine geçtiğinde, telefonla
ulaşırlar. O ise, bir kez duymuştur ya, durur mu hiç, yollanır. İşi güç
umurunda değildir.
Bitmeyen bir öyküdür bu. Gün gelip vakit
tamam olduğunda gözlerinde kitap yankısı belirir Azrailden önce. Allah
geçinden versin, belki teslim olduğu an bile “kitap” diye sayıklayacaktır. [Yedi
İklim, nr. 69, s. 35, Aralık 1995]
Tayfun sahaflığı bıraktıktan sonra da
görüştük, telefonlaştık. Ağır bir ameliyat geçirmişti. Hiçbir zaman da
hastalıktan ötürü moralini bozmadı. Dükkândaki kitapları topluca
devrettikten sonra da boş dükkânda oturduk. Bom boş duvarlara baktım. Elinde
sadece dergilerin kaldığını, onları da topluca vereceğinden söz etti.
Kimi zaman birine bir bilgi, bir dergi,
bir kaynak gerektiğinde çekinmeden benim telefonlarımı verdi. Gönderdi.
Onlara gereken yardımda bulundum. Kitapla ilgili aramızda hiçbir zaman bir
pazarlık olmadı. Birbirimizden hiçbir rahatsızlık duymadık. Gani gönüllüydü,
öğrenmeye istekliydi. Kitabı kısa zamanda kavradı.
Bir ara dergilerin içeriklerini bilgi
olarak bilgisayara yükledi. Bir konuyla ilgili bir şey sorulsa bakar, anında
cevap verirdi. Dükkânında bulunan bütün kitapları bilgisayara yüklüydü.
Sözünü esirgemezdi. Kim olursa olsun
yüzüne karşı söylerdi.
|