İSTANBUL'UN SON SAHAFIYDI...
Engin Berk
Kapısından içeri girdiğimde sene 2004'tü. Kitaplar
üstüme yıkılacak sanmıştım. Yürü yürü bitmez bir yol yanına varana kadar...
Etrafta yazılar... Kitaba yaklaşma sanatı... Züccaciye dükkanına giren bir
fil gibi hissediyordum kendimi. Dikkat etmeliydim. Ağzımdan çıkan ilk söz
"merhaba" oldu. Hiç unutmam o sözü. O sözün bana kazandırdığı kocaman
dünyayı.
İlk kez gördüğü birine değil sanki yıllardır tanıdığı
birine bakar gibi bakıyordu. Daha sonra fark ettim; hiç kimsenin bir
diğerinden farkı yoktu! Kitap almaya gelmişsin işte! Kitap soracaktın!
Herkes ne kadar da aynıydı aslında. Tanıdığım en yalın komünist... Eşitlik
onun "aynı bakışlarında" başlıyordu...
"Mütareke döneminde yerli ve yabancı basın" adlı kitabı
sormuştum. Önce nuh nebiden kalma bir bilgisayara baktı. Var dedi. Eliyle
koymuş gibi buldu getirdi. Kitaplara dokunmak yasaktı. İşte tam da bu yüzden
yasaktı. Kaybolmasınlar diye... O sene yüksek lisans öğrencisi olarak Prof.
Dr. Alaeddin Asna'nın bir dersi için lazımdı o kitap! İyi ki de lazımdı!
Yoksa Tayfun Kurt'u yani İstanbul'un son sahafı ile tanışmam mümkün
olmayacaktı. Ya da daha geç olacaktı...
O, İstanbul'un son sahafıydı. Diğerleriniz ne alınsın
ne gücensin. Şimdilerde kitap satmakla bir tutuluyor sahaflık. Üstelik
internet üzerinden yapılan müzayedelerle. Onunki farklıydı. Çınardibi'nden
içeri girip saatlerce kitaptan, siyasetten, gündelik yaşamdan, spordan
konuşabilirdiniz. Ama kurallar çerçevesinde. Önce kurallara uygun hareket
etmek gerekliydi. Hani şimdi incelik olarak isimlendirilen kurallar. Bu
yüzden unutamadım o merhabayı. Kuralların ilkiydi. Bir çok kişi onu "çok
sinirli" diye hatırlayacaktır. Kendine en çok zarar verdiği yanıydı.
Televizyondaki bir voleybol maçından tutun da geçmişte yaşanan bir anıya
kadar her şeye ve herkese kızabilirdi. Sözü fazla dağıtmadan onu İstanbul'un
son sahafı yapan özelliğini kısaca anlatayım. Birgün yeni dergiler gelmişti.
İçlerinde Orhan Veli'nin Yaprak dergisi de vardı. Orijinal... Ben alayım
dedim. Olmaz dedi. Şeref'e sormam gerek. Niye? Çünkü Orhan Veli ile ilgili
belge ve bilgiler onda yarara dönüşür. Ve ekledi. Biliyorsun dedi. Cemal
Süreyaları da ilk sana haber veriyorum. Süs olsun diye satılmaz bazı
kitaplar derdi.
Ankara'da Tunalı pasaşının altındaki sahaf; İzmir'de
kızlar ağasında ikinci katta koridorun sonundaki sahaf. Belki Bursa'ya ya da
Adana'ya gitsem ve "Tayfun Abi, Adana'dayım, kimi göreyim" desem mutlaka
orada da birilerini önerirdi git diye. Sanki kitaplardan bir yörüngenin
kontrolünü yapıyordu...
Hep kendi doğruları vardı. Ve bu doğrular o kadar az
sayıdaydı ki. Karıştırıp çelişkiye düşmedi hiç. Usanmaz ve uslanmaz bir
Galatasaraylı oluşu bunlardan biriydi. Galatasaray Lisesi'ni bitirmişti. Ve
belki hayatta en çok Galatasaray'ı sevdi.
İnsanın gözünden her zaman yaş dökülmez a! Bazen de
sözcükler dökülür... Ama şimdi ne işin var orada Tayfun Abi! Ben seni bu yaz
Moda'ya bir bardak çay içmek için bile çıkaramamışken; var mı kalkıp
Çengelköy'ün sırtlarından seyretmek boğazı.
Kadıköy'de Cemal Süreya sokağı geçtikten sonra
"Acaba..." derdim hep, "Acaba sattı da gitti mi dükkanı yoksa?" Yine
aklımdaydı bu cümle çıkarken yokuşu... Ama hiç aklıma gelmemişti ölüp de
gideceğin be Tayfun Abi!" |