HAYATI ANLAMANIN

EN İYİ YOLU KİTAP OKUMAKTIR

İNSAN OKUR!

Tayfun Kurt (1956-2008)

 

sahaf name

bir röportaj

fotoğraf albümü

hakkında yazılanlar

Ali Haydar Haksal

Aptullah Tirali

Engin Berk

Fatih Sultan Kar

Haluk Çağlayaner

M. Şeref Özsoy

Murat Pabuç

Mengüç Okan

Nuri Kurtcebe

Oral Onur

Ömer Asan

Ömer Lekesiz

Tolga Gürocak

Zafer Yalçınpınar

Bize Ulaşın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tayfun Ağabeyin Kitaplarına Dokunmak

                                                                        Murat PAPUÇ

 

 

Nadir bulunan kitaplara ihtiyaç duyan bir araştırmacı için en zor olan, sanırım, istemeye istemeye, kitapları bulabileceği ihtimali nedeniyle Çınardibi Sahafa gitmekti...

 

 Hadi gitti diyelim; meşhur bir mendeburun arşivinde olabilecek doküman için ayağını sürüye sürüye gitmek yetmezmiş gibi, bir de, Tayfun’ un karşısında suskun puskun oturmak ve kitaplara dokunmaksızın sıranın kendisine gelmesini beklemek…

 

Bu durumu yaşayan çok kişi oldu gözlerimin önünde…

 

***

 

Mendebur Tayfun Ağabey öldü…Çınardibi sahaf yok artık...

 

***

 

Başlarda süklüm püklüm oturan araştırmacılara karşı, mendeburun tavırları nedeniyle, için için beslediğim acıma duygusu zamanla -nedenlerini öğrendikçe- yok olmuştu…

 

Tayfun işini iyi yapardı, bilirdi, tartışırdı…

 

İşini iyi yapan, yani ne aradığını bilen için sakladıklarını önüne sermeden öncede tartışırdı, Tayfun.

 

Adını hatırlamadığı, yazarını bilmediği kırmızı kapaklı kitap arayan, ancak belasını bulurdu, Çınardibinde; yediği azar ve küfürle kıpkırmızı çıkanlara çok defa şahit oldum…

 

Allahtan birçok insanı kovduğu gibi beni kovmadı, ilk gittiğimde…

 

Subaydım o zamanlar, kitap da aramıyordum… Ne aradığımı da bilmiyordum aslında…

 

Gelen-giden patavatsızları azarlayıp gönderdiğine şahit oldukça, dokunamadığım kitapların içinde suskunca oturdum, her fırsatta gittiğim Çınardibinde…

 

Azar, küfür işiten ve kovulanlara şahit oldukça; günlerimi, saatlerimi geçirdiğim Çınardibinde, ne aradığımı bilmiyorsam susmamın doğru olacağını yeniden anladım…

 

Ne aradığını bilse de ne için aradığını bilmeyen çok kişi, parası neyse veririz tavrının karşılığını küfür ve azar olarak almasa da, dokunulamayan raflarda aradığının olduğunu bilmeden çıkıp gitmiştir, Tayfun’un “ yok !” lafından sonra…

 

Ne verse alacak olanlar için ise arada sırada çıkarttığı geçimlik yemleri de yok değildi Tayfun’un. Onlara hepsini birden vermez, kendisinin ve sahafın masraflarının dönmesi için “- bu ne zamandır gelmiyor, bir yem vereyim” der ve haber üzerine koşa koşa gelene verirdi yemini…

 

Tayfun Ağabey işini iyi yapardı... Daha önce inşaatçılık yapmış, canlı hayvan alıp satmış birisinin nasıl olur da sahaf olduğuna şaşmamak gerektiğini, işini iyi yaptığına şahit oldukça öğrendim.

 

Tayfun, eski kitapçı, ikinci el kitapçı değildi. Evet, eski ve ikinci el kitap alıp satıyordu, ama Sahaf olmak; kimin hangi kitapları topladığını bilmek, hangi sahafta hangi kitabın olacağını bilmek ve Çınardibine gelenlerin ne menem insan olduğunu anlamak değil tabiî ki sadece... Bunları yani; toplayanı, alanı, gelenlerin ne menem olduğunu bilmeyi anlamlı hale getiren, sabırlı ve inatçı olmaktı Tayfun için…

 

Ölen ana-babaların, hocaların, bürokratların, paşaların, üstatların yıllar boyunca özenle biriktirdiği kitapları, ölü artığı olarak gören nesilleri, varisleri, toz kalksın yer açılsın, üç-beş kuruş etsin diye toptan sattıkları zaman; kısa ve utangaç pazarlıklar sonrası torbalara doldurup, Tayfun Ağabeyle beraber Çınbardibine taşıdığımda; -sahafların tabirince- “iyi parti” kapatmanın burukluğunu onunla birlikte yaşadığımda; kitapları ayıklarken biriktirenin öyküsünü sayfalar arasında okumaya başladığımda ve bu kitapların, tanıdıklardan ve arayanlardan hangisinin ihtiyacı olabileceğini kestirmeye başladığımda; içerisinde öykü saklı kitapların, sahaflar için rastlantı bir uğrak yeri olmadığını anlamaya başlamıştım ve de Tayfun ağabeyin neden bu kadar mendebur olduğunu…

 

Kıymet bilmeksizin kitap alabilecek olanlar, en zor durumda kalanlardı, Tayfun ağabeyin karşısında… Bunlar da kitap alabilirlerdi Çınardibinden, ama alma nedenleri sadece para vermeleri değil; diğer kitapların, değer bilenleri beklemesini sağlamaktı çoğunlukla…

 

Bazı kitaplar satılacak ve o sayede öyküleri-geçmişleri olan kitaplar, değer verenlerin öykü dolu kütüphanesine gidene karar, satılacak olanın yanında- öncesinde- saklanabilecek…

 

Gel bakalım deyine Tayfun Ağabey, gülerek ve o beklenen kitabı elinde sallayarak -ki, o kitap ya bir eskiciden alınmıştır, ya da vefasız bir evlat tarafından satılmıştır... Nereden geldiği önemsizleşir kitabın o gülümsediğinde... Acı dolu öyküsü yok olurdu kitabın...

 

Ve haz içinde verilen ve artık saklanmayacak kitabı, paylaşılan kitap haline getiren “değer”, kitap kadar önemli hale gelirdi o andan itibaren; o gülümsediğinde, verdiğinde...

 

Ölen Tayfun Ağabey, işini iyi yaptığı, bildiği, tartıştığı, sabırlı ve inatçı olduğu için, ölenlerin artığı olarak görülen kitapların acısını, kitabı arayanların merakına dönüştürebilecek tavizsizliğe sahip olduğu için mendeburdu…

 

Öyle sıradan kuru bir mendebur değildi yani… 

 

 

***

 

Yıllarca kitapları takıntılı ruh haliyle toplayanlar… Toplayanlar öldükten sonra alelacele kitapları satanlar… Kitapları bir araya getirenlerin ancak sahaflar tarafından okunabilen öyküleri… Sahafların başka öyküleri bir sır gibi bilmesi... Ve bu öyküleri, arayanların öykülerine paylaştırmak…

 

Kitapların öyküsündeki döngünüyü -yani takıntıyı, aceleciğin hoyratlığını- yeni yaşam öykülerine bağlayan anlamlı inadın ve sabrın, insanı zamanla katılaştırdığını, mendebur hale getirdiğini, böylesi döngünün içinde bulununca anlayabiliyor insan.

 

Ayıklarken ve paylaştırırken, Tayfun ağabeyin yanında inada şahit olurken; kitap toplarken, seçici olmaya ve yan yana getirdiğim kitaplarla –öykülerle- beraber kendi öykümü de kütüphanemde kurgulamaya başlamıştım.

 

Kıymet bilmeyenden veya satmak zorunda kalandan gelen kitapları, kıymet bilene ve alamayacak olanlara verebilmek için kıskançça saklamak… Ve bu haklı kıskançlığa sahip Tayfun Ağabeye kitap sorarken ve kitap isterken özenli olmak…

 

Bu özenle kitap soramayacak olanların Tayfun ağabeye yakıştırdığı mendeburluk, ona hak verdikçe, ona yaklaşabilen, az sayıdaki dostuna da zamanla sirayet etti sanırım…

 

Daha doğrusu Tayfun Ağabeyin az ama yakın dostları, onun kadar olmasa da mendeburdur... İşini iyi yapan insanlardır....Öyküleri olan adamlardır; onun da bir parçasını kattığı öyküleri olan adamlardır....

 

***

 

Kalp ameliyatı olduktan sonra yatacağı hastane odasının manzarasında mezarlık vardı. Tanıdık çıkan bir hemşire deniz manzaralı bir odaya yatırdı sonrasında onu. Hatırı sayılır adamdı Tayfun Ağabey, bir o kadar da zampara…

 

O hastanede kaldığı sürede Çınardibini açtım, kapattım... Sahaflık yapamadım... Sadece dükkâna göz kulak oldum, kapanmadığını göstermek için… Kimseyi kovamadım… Kitaplara dokunmalarına kızamadım… Parasını her verene kitap sattım…

 

Tayfun Ağabey her istediğinde Anadolu yakasından en iyi yemekleri, tatlıları taşıdım ona… Hastane katındaki hastalara, hemşirelere, hastabakıcılara da ısmarlardı... Çamlıca’nın güveçte kuru fasulyesini çok severdi, bir de Hasan Usta künefesini… Boğaz manzaralı odasında hep beraber keyifle yedik onun sevdiği yemekleri, tatlıları...

 

 

***

 

Güneye gitmek istedi Tayfun ama her yer ona uymazdı; nemsiz olacak, çok sıcak yapmayacak yazları, sessiz olacak… Öyle bir yer olmadığını bildiği halde, gidemeyeceğini bildiği halde aradı, sadece gitmek istediği için aradı aylarca…...

 

Sabırla, inatla kitap toplayan, ayıklayan, saklayan bu adamın, umutsuzca, yeni bir hayata gecikmiş de olsa yeniden başlayabilmek adına kalkıştığı son çabasının beklenen sonuçsuzluğu, zamanla mendeburluğunu masumiyete çevirmişti gözlerimizin önünde.... Neyi varsa veriyor, paylaşıyordu....

 

Ama ölümünü acelecilikle bekleyenlerin olduğunu, takıntılı bir şekilde topladıklarından hoyratçasına kurtulmak isteyenler olacağını biliyor olmak, mendeburluğunu teslimiyete çevirmedi Tayfun Ağabeyin…

 

Kitaplarını verdikçe, sattıkça  -yalnızlaştığı- sahaftan dükkana dönüşen kuytunun dibinde ölümü bekledi.... Göstere göstere öldü Tayfun... Ketumluğunu, mendeburluğunu sabrını, inadını her kitapta verdi, dağıttı, paylaştı, eksildi ve... öldü Tayfun Ağabey…

 

Eksildikçe, yalnızlaştıkça, masumlaştıkça, her dostuna, ölümünü kendi haber verdi, sessizce…

 

***

 

Son zamanlarında daha az ziyaret edebildim onu… Artık dokunabildiğim kitaplar eksildikçe, sadece bir masa ve bir sandalyenin kaldığı, satmak için durduğu kuytuda, her gelenin duygularına dokunulabilir olması, canımı sıkmaya başlamıştı…

 

Yaklaşan ölümün eziyetini, sızılarını sonuna kadar hak etiğini söyleyenlerin hoyratlığı, vefasızlığı, erteleyemeyeceği ölümünü insanileştirdi, Tayfun Ağabeyin....

 

Daha fazla acıyı da hak etmiş olabilirdi ama, onun ölümünü duygusallık içinde karşılamak istemediğim için daha az ziyaret ettim onu, onunla pekişen mendeburluğum nedeniyle...

 

Artık öleceğini haber verdiler. Son bir isteği var mıdır benden diye, aynı gün, güneyin sıcağından, neminden geldim. Üç gün gelip gittim hastaneye. Bilinci kapalıydı. Son isteğini öğrenemedim… Yoktur dedim kendi kendime, olsaydı aylar önce söylerdi öleceğini bilen Ağabeyim dedim kendi kendime…

 

Başını okşadım, insani ölümüne duygulanarak ağladım…

 

Moda sosyetesinden bazı kadınların, zırt pırt gelip büyü ve rüya tabirleri kitabı sormasına gülerdik… Hatta bir ara basalım böyle bir kitap, “yok satar” der, gülerdik... Acaba rüyasında sessiz, nemsiz, serin güneyde bir yeri mi görüyordur, diye gülümsedim sonra…

 

Güneye geri döndüm…

 

Kitapsız, mendebur sahafın öldüğü, gömüleceği haber verildi…

 

Eğer varsa öte dünyadaki indirilmemiş kutsal kitaplar, artık mümkün değil gelmez beklemeyin… Serin, nemsiz ve sessiz bir dipte, Tayfun biriktirmeye başlamıştır…

 

Bizim sorgumuzda açılacak hesap defterlerini biriktiriyordur, bir de... Umarım bizimkileri vermez sorgu meleklerine… Ama hoyrat, aceleci, kitap tozunu bahane edenlerin, hesap defterlerini -yemlerini- “değerlendirmek” için hazır tutar raflarda Tayfun Ağabey, eğer bildiğim adamsa…

 

Beş on yıl içinde bir çınarın dibi (!) olacak mezara elbirliği ederek gömdük, Tayfun Ağabeyi...

***

 

Tayfun Ağabey hangi kitapları kovaladığımı bilirdi... O mutlaka bir gün bulur, bir acıyı benim yaşam öyküme katar mutlaka diyerek sabrederdim…

 

Artık aldığım kitapların hepsi eski, ikinci el… Kütüphaneme yeni bir öykü katamıyorum artık… İhtiyacım olduğu için satın alıyorum kitapları…

 

Hangi kitabı, neden aradığımı biliyorum, nerede bulacağımı da… Benim için arayan, saklayan, elinde gülerek sallayarak bana veren, Tayfun Ağabey yok artık… Sabretmeme, beklememe gerek yok…

 

Tayfun Ağabey, Çınardibi Sahaf yok artık…  

 

 

***

 

Güneye gitmek için satmaya çalıştığı, içinde uzun süre boş boş oturduğu yer dükkân olmuş, bir şeyler satılıyor…

 

Tayfun Ağabeye kızğın olanlar, geceleri, Çınardibi Sahafın duvarına işerdi…

 

Aylar önce, güneyden kesin dönüş yaptığımda, bir gece, tek başıma onu yâd ederek içtim ve o öldükten sonra bomboş kalan, kiralık levhası asılı dükkânın duvarına ağlayarak işedim, gizlice…

 

Çok kızgındım… Aradığımı onun bildiği kitapları, öyküsü olan kitapları, Tayfun Kurt Ağabey artık saklayamayacağı, bana veremeyeceği için…

 

Nisan 2009, İstanbul, Tarlabaşı